Merhaba Değerli Okurlarımız,

Pandemi Günleri Sohbetleri’ni yapmaya içinden geçtiğimiz bilinmezliklerle dolu şu süreçte halk sağlıkçıları birbirinden haberdar etmek, fikirleri ve deneyimleri yayınlamak ve bu yolla bilgiyi çoğaltmak amacıyla başladık. Ayrıca süreçte yaşanılan zorlukları ve çözüm önerilerini sunmak istedik. Bu nedenle farklı sesleri duyurmak, süreci farklı pencerelerden paylaşmak bizim için önemli.

Bu hafta ise konuğumuz Prof. Dr. Çiğdem Çağlayan. Kendisi 2001 yılında Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Halk Sağlığı Uzmanı unvanını almış ve bu kurumda öğretim üyesi olarak görevine devam etmekte. Çiğdem Hocamız Kocaeli İl Pandemi Kurulu’nda da görev alıyor. Kendisine bize zaman ayırdığı için teşekkür ederiz.


Türkiye’de ilk vakanın görülmesinin ardından iki buçuk aylık süreci geride bıraktık. COVID-19 pandemisi öngörülerin çoğunu yanlış çıkaran bir bilinmezlik süreci gibi. Tabiki bu koşullarda hiçbir ülkenin pandemiyle ilgili politikalarının tamamen doğru ve rasyonel olması beklenemez. Bizim ülkemizdeki süreci geçmişe doğru değerlendirmenizi istesem süreçte hangi karar ya da uygulamaların kırılma noktalarını oluşturduğunu düşünüyorsunuz? Tümünü değilse de en önemli olduğunu düşündüklerinizi paylaşır mısınız? Bunlar olumlu ya da olumsuz olabilir.

COVID-19 pandemisini halk sağlığı açısından önemli ve öncelikli yapan özelliği aslında tam da sizin sorunuzda belirttiğiniz gibi hakkındaki bilinmezliklerin fazla olmasıydı. Öyle ki pandeminin başından günümüze kadar virus hakkında ya da tanı ve tedavisi hakkında bildiklerimize yeni bilgiler eklenirken bazıları da geçerliliğini yitirdi. Bu öğrenme sürecinin devam edeceğini de söyleyebiliriz.

Salgının başlangıcında COVID-19 hakkında bildiklerimiz yeni bir tür koronovirüs olduğu ve koronovirüs ailesinin bilinen özelliklerinin yanı sıra bilinmeyenleri de barındırıyordu. Örneğin, virüsün dış ortamdaki canlılık süresi, mevsimsel değişiklik gösterip göstermeyeceği, bulaşıcılığı, patogenezi, semptomları, tanıda kullanılan testler ve tedavide kullanılan ilaçlar, bunların etki mekanizmaları gibi başlıklarda bilgilerimizde süreç içinde değişiklikler oldu. Hastalığın kesin ve geçerli bir tedavisinin olmayışı ve korunmada etkili bir aşının olmayışı karşısında yapılması gereken tek şey koruyucu sağlık hizmetleri ve özellikle de toplumsal korunma önlemlerinin alınmasıydı. Nitekim süreç içerisinde toplumsal korunma önlemlerini hayata geçirebilen ve iyi uygulayabilen ülkeler salgının kontrolünde daha başarılı oldular. Ülkemiz açısından baktığımızda da genel olarak toplumsal önlemleri uygulayabildiğimiz ölçüde belirli başarılar elde ettik. Örneğin 65 yaş üstü kişilere sokağa çıkma yasağının getirilmesi özellikle bu yaş gruplarında daha fatal seyreden hastalığın yayılmasının engellenmesi anlamında yerinde bir müdahale oldu.

Tüm süreci değerlendirdiğimizde söylenecek çok başlık olması nedeniyle bunları gruplayarak ve ana hatlarıyla söylemenin uygun olacağını düşünüyorum. İlk olarak salgının yönetimi ile ilgili bir değerlendirme yapmak isterim. Ülkemizde salgın yönetimi merkezi düzeyde Cumhurbaşkanı ve Sağlık Bakanlığı ve yerel düzeyde Valiler ve sağlık müdürlükleri tarafından gerçekleştirildi. Merkezi düzeyde bilimsel danışma kurulu çalışmalara yön verirken illerde pandemi kurulları bu işlevi yerine getirdi. Salgının başlangıcında her iki düzeydeki kurullarda halk sağlıkçıların temsiliyetinin az olması ve sürece katılımındaki gecikmeyi bir olumsuzluk olarak değerlendirebilirim. Ancak sonrasında bu telafi edildi günümüzde geldiğimiz noktada halk sağlıkçıların bu kurullardaki temsiliyeti ve onunla ilişkili olarak görünürlüğü de arttı. Halk sağlıkçıların etkisiyle birlikte salgın kontrolü çalışmalarında toplumsal önlemlere olan vurgunun arttığını ve salgın yönetiminin sadece hastanelerle sınırlı olmadığı birinci basamak sağlık hizmetlerinin ve özellikle filyasyon çalışmalarının ön plana geldiğini söyleyebilirim.

İkinci grupta test, tanı, tecrit ve tedavi başlıklarında yapılanları değerlendirmek isterim. Bu kapsamda başlangıçta test sayılarımız yeterli düzeyde değildi, çünkü test yapılan merkezlerin sayıları çok sınırlı tutulmuştu. Bununla ilişkili olarak test endikasyonu da sınırlı tutulmuştu. Nitekim bizim ilk pozitif vakayı saptamamız 11 Martta Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nün pandemi açıklaması yaptığı tarihe denk düşmüştür. Bundan önce örneğin Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ilk vakalarını Ocak ayının başlarında tespit etmişti. Benzer şekilde Fransa, Almanya gibi Avrupa ülkelerinde de Ocak ayında vakalar tespit edilmişti. Şubat ayı ile birlikte birçok ülke Çin’e seyahat yasağı getirdi ve Türkiye de 5 Şubat tarihi itibarıyla Çin’den gelen uçuşları durdurdu. Bu tarihten önce de Çin’de bulunan vatandaşlarımız bence yerinde bir müdahale ile tahliye edilmişti. Bu aşamada temel sıkıntının hastalığın sadece Çin’den geleceği algısının olduğunu düşünüyorum oysa o zamana kadar, Fransa, İtalya, ABD’de ilk vakalar görülmeye başlamıştı. Yine bu dönemde ülkeye giriş yapan kişilerin sadece termal kamerayla ateşleri ölçüldü ve ateşi olmayanların hastalık taşımadıkları varsayıldı. Bu sebeple de asemptomatik olan ama virüsü taşıyan kişilerin ülkeye girişi engellenemedi. Yurtdışından girişlerin yasaklanması ve uçuşların durdurulmasına kadar, yurtdışından girenlere bilgi notu verilip 14 gün evlerinde izole olmaları istendi ama bu sürecin sağlıklı yürümediğini düşünüyorum.  Zaman içerisinde test sayılarımızın ve test yapan merkezlerin artması sayesinde daha çok vaka bulma ve önlem alma imkanımız oldu.

Tecrit önlemleri yani hastaların izolasyonu ve risk altındaki kişilerin karantinaya alınması gibi uygulamalarda bazı sorunlar yaşandı. Örneğin PCR testi pozitif çıktığı halde klinik olarak hafif olan ve hastanede yatması gerekli görülmeyen hastalar evlerine gönderildi. Ancak evlerde izolasyon ortamının sağlanamaması veya kurallara uyulmaması gibi nedenler sonucunda bu uygulama ev içi temasa yol açarak yeni vakaların ortaya çıkmasına neden oldu. Karantina önlemleri ise yurt dışından gelenlere uygulanırken, toplumun tümü için bazı ülkelerde kuluçka süresi boyunca uygulanan sokağa çıkma yasağı uygulanmadı. Bunun yerine bayram tatilleri ve haftasonu uygulanan sokağa çıkma yasakları ile yetinilirken, işyerleri/fabrikalar çoğunlukla faaliyetlerini sürdürdü. Bu durumun özellikle çalışan ya da çalışmak zorunda kalan yurttaşlarımız arasında hastalığın daha çok görülmesine neden olduğunu söyleyebiliriz.

Tedavi süreçleri ile ilgili olarak ilaç temininde sıkıntı yaşanmadığını ve diğer ülkelerde uygulanmış tedavi seçeneklerinin değerlendirilmesiyle başarılı uygulamalar yapıldığını söyleyebiliriz. Yine yoğun bakım ihtiyacının az olması da hastanelere fazla yük gelmemesine ve diğer ülkelerde yaşanan olumsuzlukların ülkemizde yaşanmamasına neden oldu.

Toplumsal düzeyde alınan 30 büyükşehir ve Zonguldak ili için seyahat sınırlaması, giriş çıkışların kontrolü, sokağa çıkma yasakları, kimi işyerlerinin faaliyetlerinin durdurulması vs. gibi birçok önlemin alınması sayesinde hastalığın yayılmasının büyük ölçüde engellendiğini düşünüyorum. Bununla birlikte iş kaybına uğrayan işçilere ve ticari olarak zarar gören esnafa yapılan sosyal desteklerin sağlanmasında sorunlar yaşanırken bir yandan da vefa grupları gibi toplumsal dayanışma örnekleri de görüldü. Sağlık çalışanları bu süreçte çok önemli ve başarılı bir mücadele gösterdiler. Bununla birlikte maalesef birçok sağlık çalışanı hastalığa yakalandı ve yaşamını kaybetti. Sağlık çalışanlarının kişisel koruyucu donanımlarında başlangıçta kimi sorunlar yaşandıysa da zamanla bu sorunlar giderildi.  Sonuç olarak henüz salgın süreci tamamlanmadığı için ben değerlendirmemi bunlarla sınırlamak istiyorum ama bu sürecin sonunda hep birlikte neleri yapıp neleri yapamadığımızı değerlendirmek bundan sonra yaşanabilecek pandemi süreçlerine hazırlıklı olmak adına yararlı olacaktır.


Hocam ilk sorumda size ülkemizdeki sürecin kritik kararlarını sormuştum. Bana göre bunlardan biri il pandemi kurullarının oluşturulması ve bu kurullarda bir halk sağlıkçının bulunmasıydı (malesef her ilde bu gerçekleşmedi). Bu kurulda yer alma daveti size ulaştığında bir insan ve bir meslek profesyoneli olarak ne hissettiniz?

Bu kurulda yer almam ile ilgili davet gelmeden önce ilimizde 28 Mart tarihinde bir pandemi kurulu toplantısı gerçekleştirildiğini yerel medyadan öğrendim ve orada bulunamayaşıma çok üzülmüştüm. Bununla birlikte bu ilk toplantıya davet edilen Tıp Fakültesi Dekanımız kurulda halk sağlığı anabilim dalının da temsil edilmesi gerektiğini ifade ettikten sonra Sayın Vali beni valilikte gerçekleştirilen bir toplantıya çağırdı. 30 Mart tarihinde gerçekleştirilen bu toplantıya İl Sağlık Müdürü, bulaşıcı hastalıklar şube müdürü ve müdürlükte çalışan iki halk sağlığı uzmanı arkadaşımız da katıldılar. Toplantıya hastalığı, epidemiyolojik özelliklerini, dünyada ve Türkiye’deki durumu değerlendiren bir sunum ile katıldım ve sonunda önerilerimi ilettim. Açıkçası bu sunumun etkili olduğunu düşünüyorum ve sonrasında hem Vali hem Sağlık Müdürü il ile ilgili verilere ulaşmam ve raporlama yapmam için gerekli desteği verdiler. Aynı zamanda HASUDER’in de girişimleri sonucunda Sağlık Bakanlığı tarafından gönderilen illerde pandemi kurullarında halk sağlığı anabilim dallarının yer alması ile ilgili yazı da bu süreçte etkili olmuştur.  Sonrasında Valilikte ilimizdeki verileri değerlendirdiğim üç ayrı toplantı yapıp ilimiz için alınması gereken önlemler konusunda görüşlerimi ilettim. Pandemi Kurulu üyesi olarak katıldığım 2 toplantı oldu. Bunun dışında sağlık müdürlüğünde günlük toplantılar yapıp güncel gelişmeleri birlikte değerlendirdik. Bunları yapabiliyor olmak bir halk sağlığı uzmanı olarak beni oldukça mutlu etti ve bir o kadar da sorumluluk hissettirdi.


Bu kurulları bizler çok merak ediyoruz. Sizin ilinizde bu kurulların üyelerini kimler oluşturuyor? Ne sıklıkla toplantılar düzenleniyor? Nasıl bir sistematikle kararlar alınıyor? Bize biraz kuruldaki havadan bahsedebilir misiniz?

COVID-19 pandemi sürecinde Cumhurbaşkanlığı Pandemi Genelgesi ve İçişleri Bakanlığının talimatıyla illerde Pandemi Kurulları oluşturularak 28 Mart tarihinde tüm Türkiye’de eş zamanlı olarak toplantı yapmaları sağlanmıştır. Pandemi kurulu toplantısının amacı  ulusal düzeyde koronavirüs salgını kapsamında alınan önlemelerin illerde etkili şekilde uygulanması ve illere özgü alınabilecek ek önlemlerin görüşülmesi ve karara bağlanması olarak tanımlanmıştır. Benim katıldığım ikinci pandemi kurulu toplantısı 04 Nisan tarihinde valilikteki bir toplantı salonunda gerçekleştirildi. Toplantıda ildeki tüm kamu kurumlarının müdürlükleri, askeri yetkililer, büyükşehir belediye başkanı, üniversitelerin rektörleri, sanayi odası, ticaret odası gibi sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri bulunmaktaydı. Bu arada ilk pandemi kurulu toplantısına Tabip Odası çağırılmamıştı. Bu nedenle pandemi kurulu öncesi valilikte yaptığım sunumda bunun bir eksiklik olduğunu ve pandemi kurulunda tabip odası, diş hekimleri odası, eczacılar odası ve sağlık iş kolundaki sendika temsilcilerinin de yer alması gerektiğini belirtmiştim. Bu önerim dikkate alınarak, bu örgütler de benim katıldığım ikinci pandemi kurulu toplantısına davet edildiler ve görüşlerini ilettiler.  Toplantı valinin açılış konuşmasının ardından sağlık müdürünün ildeki durum hakkında bilgi vermesiyle devam etti ancak burada il ile ilgili hiçbir sayısal veri paylaşılmadı. Sonrasında salonda bulunan temsilcilerden söz almak isteyenlere söz verildi ve yaklaşık 2 saati aşan bir toplantı gerçekleştirilmiş oldu. Bu toplantıdan başka Zoom üzerinden benzer içerikle bir toplantı daha gerçekleştirildi. Genel olarak bakıldığında en azından benim katıldığım pandemi kurulunun daha çok danışma ve istişare niteliği taşıdığını, mevcut durumun değerlendirildiği, konuyla ilgili tarafların görüş ve önerilerini ilettiği bir mecra olduğunu söylemek mümkün. Pandemi kurulunda alınması gerekli görülen önlemler ile ilgili kararlar ise İl Hıfzıssıhha Kurulu’na iletilmek üzere tavsiye kararı olarak alındı.


Sizin bir halk sağlıkçı olarak ne kadar değerli işler yaptığınızı biliyoruz ve bu yüzden il pandemi kurulunda bulunmanız sevinç kaynağı. Kurulda bulunmanızı siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Yani şunu sormak istiyorum alınan kararlarda gerektiği gibi etkili olduğunuzu hissediyor musunuz? Yoksa söylemleriniz bir öneri düzeyinde mi kalıyor?

Pandemi kurulunda bulunmak özellikle kurumsal kimliğimizin tanınması açısından önemliydi. Bir kentte halk sağlığını ilgilendiren önemli bir sorunda Üniversitelerin Halk Sağlığı Anabilim dallarının bir kurumsal kimlik olarak yer alması gerekiyordu ve bu sağlandı. Bu süreçte yaptığımız katkılar nedeniyle bundan sonra da halk sağlığı ile ilgili diğer sorunların ele alınmasında kurumsal olarak göz ardı edilmeyeceğimizi düşünüyor ve umuyorum. Süreçte pandemi kurulundan çok Vali ile yaptığımız küçük grup toplantılarının alınan kararlarda etkili olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca sağlık müdürlüğünde yaptığımız günlük toplantılar ve bu toplantılarda mevcut ya da yeni ortaya çıkan sorunlar karşısında birlikte görüş alışverişinde bulunmak da bu süreçte etkili olmuştur. Bu toplantılar sayesinde hem kendimi hem de düşüncelerimi daha iyi ifade etme şansım oldu. Karşılıklı bir öğrenme ve öğretme sürecini yaşamak ve birlikte çalışma kültürünün gelişmesi ve iyi niyet bu sürecin diğer çıktıları oldu. Alınan kararlarda etkili olduğumu düşündüğüm uygulamalar olduğu gibi öneri düzeyinde kalanlar da oldu. Örneğin, ilimiz için diğer illerden farklı olarak yapılan bir uygulama olarak diğer illerde hastanede yatırılmayıp eve gönderilen ve evde izole olmaları istenen COVID pozitif hastaların bakım ve izlemleri için yurtlara alınması uygulamasının gerçekleşmesinde etkili olduğumu söyleyebilirim. Bu uygulamanın içeriği kısaca şöyle yapılandırıldı. İlimizde bulunan beş pandemi hastanesine bağlı yurtlar tahsis edildi. Bu hastanelere COVID şüphesiyle başvuran hastaların (1) test sonuçları çıkana kadar, (2) test sonucu pozitif olup hastanede yatması gerekmeyen hastaların ayaktan tedavi süreci boyunca yurtlarda barındırılması sağlandı. Yurtlarda bakım veren personel bağlı bulunan hastaneden görevlendirildi. Yurtlarda bulunan hasta ve personele yemek, güvenlik, ulaşım ve internet gibi hizmetler sağlandı. Psikolojik danışmanlık verildi. Birinci gruptaki test sonucunu bekleyen kişiler ile ikinci gruptaki tedavi sürecini yurtlarda tamamlayan kişiler ayrı bloklara yerleştirildiler ve böylece yurt içi bulaş riskinin de önüne geçilmiş oldu. Uygulamanın tanıtımı için müdürlükteki halk sağlığı uzmanı arkadaşımızın yer aldığı halka yönelik bir video da hazırlandı. Süreç içerisinde Lancet’de kurumsal izolasyonun evde yapılan izolasyona göre yeni enfeksiyon hızını azaltmada daha etkin olduğunu gösteren bir çalışmanın da yayınlanmış olması, yaptığımız bu uygulamanın ne kadar yerinde olduğu konusunda bize güven verdi. İlimizde yaptığımız bir diğer uygulama da filyasyon çalışmaları kapsamında özellikle iş yeri hekimleriyle birebir irtibata geçip iş yerlerinde temaslı tespiti ve izolasyon çalışmalarına onların katılımını sağlamak oldu. Bunun dışında verilerin bilgiye dönüşmesi anlamında epidemiyolojik ölçütlerin hesaplanması ve raporlanması, bu raporların ve salgın grafiğinin başlangıçta il geneli için sonrasında vakalar arttıkça ilçe bazında günlük ayrıntılı olarak incelenmesi, ilçe sağlık müdürleri ile toplantılar yapılması, saha ziyaretleri yapılması gibi birçok etkinliği de beraber geçekleştirdik. Vaka sayılarının azalmasıyla beraber PCR testlerini temaslılara da uygulamaya başladık, çeşitli risk gruplarında da PCR testleri yapıldı ve günlük test sayısı olarak en fazla test yapılan illerden biriyiz. 


Bildiğiniz gibi bir ‘Normalleşme Dönemi’ne girdik. Bu sürece geçişi hızlı bulanlar oldu. Siz ne düşünüyorsunuz? Normalleşme sürecinin yönetimiyle ilgili önerileriniz var mı?

Herşeyden önce bu salgın ile birlikte salgından önce yaşadığımız “normal”in ne olduğunu iyi sorgulamamız gerekiyor diye düşünüyorum. Çevrenin kirletildiği, doğanın yıkıma uğratıldığı, emek sömürüsünün arttığı, yaşam biçimi olarak sürekli tüketimin empoze edildiği bir sistem ne kadar normal olabilir? “Normalleşme” hızını da aslında normal dediğimiz bu sistem belirliyor. Bu nedenle ben terminolojik olarak normalleşme kavramını doğru bulmuyorum. Uluslararası düzlemde bu sürecin “toparlanma (recovery)” veya “yeniden açılma (reopening)” olarak nitelendiği görülüyor yeni normal diyenler de var. Örneğin bir süre önce DSÖ, the Global Climate and Health Alliance ve Mission 2020 girişimleri öncülüğünde  pandemi sonrası dönemde sağlıklı bir iyileşme yaşanabilmesi için G20 ülkelerinin liderlerine yönelik bir çağrı yapıldı ve bu süreç de “healthy recovery” yani “sağlıklı toparlanma” diyebileceğimiz bir kavramla tanımlandı. Bu açıdan toparlanmanın “normal” dediğimiz kapitalist sistemin ihtiyaç ve isteklerine göre değil insanı ve sağlığı gözeten ve sağlıklı yaşamı destekleyici bir yapıda olması gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla sorunuza gelecek olursam, pandemi yönetiminden sağlıklı toparlanma sürecine geçiş zamanlaması için yine DSÖ’nün belirlediği kriterlere bakmak gerekiyor. DSÖ’ye göre virüs geçisi kontrol altına alınmalı, sağlık sistemi her vakayı tespit edebilmeli, izole edebilmeli ve her temaslıyı belirleyebilmeli, sağlık tesislerinde salgın riski minimuma indirilmeli, işyerleri, okullar ve diğer önemli alanlarda koruyucu önlemler alınmalı, yeni importe vaka riski için önlem alınmalı, toplumun uyumu ve katılımı sağlanmalıdır. Sağlıklı toparlanma sürecinin toplum katılımının sağlandığı, toplumun tüm kesimlerinin istek ve ihtiyaçlarının gözetildiği ve bilimsel bilgilerin yol göstericiliğinde olması gerektiğini düşünüyorum.

Ülkemize gelince bir süredir toplumun genelinde bir hareketlenme görülüyordu ve salgını kontrol altına aldığımız ile ilgili söylemlerin de etkisiyle büyük bir beklenti vardı. Nitekim toparlanma sürecine ilişkin takvim 28 Mayıs’ta açıklandı. Buna göre 1 Haziran’dan itibaren yeni normale geçileceği görülmektedir. Bu kapsamda önemli bir hazırlık faaliyeti olarak değerlendirebileceğim bir rehber var. 26 Mayıs’ta Sağlık Bakanlığı tarafından bilim kurulu üyelerinin görüşleri doğrultusunda hazırlanan “Salgın Yönetimi ve Çalışma Rehberi”nde 27 adet sektöre ait alınması gereken önlemler yayınlandı. Bu rehberin varlığı önemlidir ancak önlemlerin hayata geçirilmesi için mutlaka toplumsal denetim mekanizmaların kurulması gerekiyor. Zamanlama konusunda erken olduğunu düşünmekle beraber, takvim ilan edildiğine göre artık bu sürecin sağlıklı ilerlemesi için çalışmalıyız diye düşünüyorum.


‘Normalleşme’ ülkemizde nasıl devam ediyor şu ana kadar? Toplumun uyumu nasıl? Gözlemleriniz nelerdir?

Toparlanmaya ilişkin ilk düzenlemelerin sistemin sembol yapıları olan AVM’lerde başlatılması salgından önce örülmüş olan tüketim kültürünün yeniden inşası anlamında önemli olduğunu düşünüyorum. Tabi ilk günden soluğu AVM kapılarında alan yurttaşların varlığını görmek rahatsız edici olsa da bireyleri hemen yargılamamak gerektiğini düşünüyorum. Benim asıl dikkat çekmek istediğim nokta aslında pandemi sürecindeki önlemlere kimlerin neden uyamadığıdır? Kimlerin evde oturmak varken, hastalık ve ölüm tehlikesine rağmen dışarıda olmak zorunda olduğudur. Pandeminin zengin fakir kimseyi ayırt etmeden herkesi eşit oranda etkilediğini düşünemeyiz. Bazı sıra dışı örnekler olmasına karşın (bazı ülkelerdeki yöneticiler, ünlü sporcu ve sanatçılar gibi) dünya genelinde salgından etkilenen kişiler çoğunlukla işçiler, evsizler, kimsesizler, kurumsal bakım alan yaşlılar gibi toplumun dezavantajlı gruplarıdır. Evden çıkması yasak olan 65 yaş üstü ya da 20 yaş altı gruplarda olup da çalışmak zorunda olan ve bu nedenle dışarı çıkan insanlar vardır. Yaşamsal olmayan sektörlerde bile sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda çalışmalar durdurulmamış ve işçiler işlerini kaybetme korkusu nedeniyle pandemi riskine rağmen çalışmaya devam etmişlerdir.  Bu nedenle toplumsal önlemlere uyumu değerlendirirken sadece bireylerin davranışları üzerinden değil bunların nedenselliği üzerinden değerlendirmeye ihtiyaç vardır. Özellikle ABD ve kimi Avrupa ülkelerinde bile ekonomik kaygılar pandemi korkusuna üstün gelmiş ve insanlar karantinaya karşı çıkıp, karantina önlemlerinin kaldırılması için hastalık riskini göz ardı edip protesto toplantıları düzenlemişlerdir. Salgın sırasında olduğu gibi toparlanma sürecinde de toplumdan beklenen maske kullanımı, fiziksel mesafe ve hijyen kurallarına uyum göstermeleridir. Bu kapsamda bireylerin maske kullanımı, fiziksel mesafeye uyumu ve hijyen kurallarına uyma gibi davranış değişikliği gerektiren önlemler için düzenleyici toplumsal mekanizmalara ihtiyaç vardır. Denetimler ve cezalar tek başına yeterli olmamakta, örneğin maskelerin ücretsiz temin edilmesi, hijyenin sağlanması için ücretsiz kamusal ulaşılabilir su kaynakları (örneğin sokak çeşmeleri gibi) veya ücretsiz el dezenfektanlarının otobüs durakları ve kapalı mekânlarda bulundurulması gibi uygulamalarla bu davranışların yerleşmesi sağlanabilir diye düşünüyorum. Toplumun genel anlamda maske kullanımına uyduğunu (kimi hatalı kullanımlara rağmen) gözlemliyorum. Fiziksel mesafenin korunamadığı yerlerin başında özellikle İstanbul gibi kalabalık şehirlerde toplu ulaşım araçlarının geldiğini görebiliyoruz. Ulaşım araçları için var olan düzenlemelere rağmen bu sorunlar devam ettiği için özellikle işe gidiş geliş zamanlarının düzenlenmesi, sefer sayılarının arttırılması gibi ek önlemlere gereksinim olduğu söylenebilir. Tüm bu düzenlemelerin yanı sıra toparlanma sürecinde topluma yönelik sağlık eğitimi uygulamalarının da sistematik olarak sürdürülmesi gerekir.


Hocam son olarak ülkemiz ve dünya için gelecekte nasıl bir resim var zihninizde?

COVID-19 pandemisinin aslında nasıl bir dünyada yaşadığımızı, küreselleşmenin dünyamızı nasıl etkilediğini, yaşam biçimlerimizin sağlığa uygunluğunu, sağlık hizmetlerinin ve sistemlerinin sağlığı koruma ve geliştirmede ne kadar başarılı olduğunu da gösteren bir tür indikatör olduğunu düşünüyorum. Son verilere göre dünyanın en ücra köşeleri de dahil 200’den fazla ülkede hastalık görüldü. Küreselleşme sonucunda insan hareketleri ve ticari malların dolaşımının ne kadar artmış olduğunu Çin’de başlayan bir hastalığın çok kısa sürede Avrupa ve Amerika kıtalarına ulaşmasıyla anlıyoruz. Bu durum toplumları bulaşıcı hastalıklar karşısında duyarlı ve kırılgan hale getiriyor. Ayrıca tüm toplumlarda yaşam biçimlerinin benzerliği, benzer tüketim davranışları da bu duyarlılığı arttırıyor. Tıpkı bitki dünyasında biyoçeşitliliğin azalmasına yol açan tek tip (monokültür) tohumların hastalıklara daha duyarlı olması gibi insan toplulukları da başka coğrafyalarda ortaya çıkan hastalıklara karşı savunmasız hale gelebiliyor. Özellikle iklim değişikliği ve ekolojik yıkım bu tür pandemilerin de hazırlayıcısı haline gelmiştir. Küresel iklim değişikliği nedeniyle birçok vektörün yaşam alanları genişlemekte, insan-hayvan temasının artmasıyla birlikte zoonotik enfeksiyonlar ve vektörle bulaşan hastalıklarda artışlar yaşanmaktadır. Nitekim COVID-19 da bir zoonotik enfeksiyondur ve ilk vakalar Wuhan’daki canlı hayvan pazarından çıkmıştır. SARS-CoV-2 virüsünün yarasalarda bulunan bir virüs olup henüz bilinmeyen ama pangolin olduğu düşünülen bir ara konağa geçerek insanda hastalık yapar hale geldiği düşünülmektedir. Normalde bir araya gelemeyecek farklı türdeki hayvanların bir arada bulunduğu canlı hayvan pazarı da türler arasında bu geçişe olanak sağlayan bir ortam olmuştur. Bunun arkasında da yaban hayvan ticaretinin geldiği devasa boyutlar vardır. Ormanların yok edilmesi, artan yapılaşma ve insan aktiviteleri, hava, su, toprak kirlilikleri canlı türlerinin topyekün etkilenmesine, ortadan kaybolmasına yol açıyor. Bu uygulamalar devam ettiği sürece de yeni pandemilerin ve diğer çevresel felaketlerin olması kaçınılmazdır. Özetle söylemek istediğim bu dünyada yalnız olmadığımızı ve diğer canlı türleriyle bir arada ve onlarla etkileşerek yaşadığımız gerçeğini unutmamalıyız. Bu nedenle sağlıklı toparlanma süreci ve sonrasında diğer canlıların yaşam alanlarına ve doğaya saygılı, ekolojiyi ve tek sağlık anlayışını merkezine alan yeni bir döneme geçmeliyiz. Pandemiyle birlikte sağlık hizmetlerinin sadece tedavi edici hizmetlerden ibaret olmadığı, çevreye ve kişiye yönelik koruyucu sağlık hizmetlerinin bir bütün olarak sunulmasının ne kadar önemli olduğu da bir kez daha kanıtlanmıştır. Bu nedenle bundan sonra da herkes için sağlık hakkını savunmaya ve sağlık hizmetlerinin kamusal olarak, herkese eşit sunulması ve ulaşılabilir olması gerektiğini söylemeye ve hayata geçirmek için çalışmaya devam etmeliyiz.


Röportaj: Uzm. Dr. Ayşe Gülsen TEKER

aysegulsenteker@gmail.com

Paylaş